Bu yazı, şairin Lodos Şiir'in Şubat 1998 tarihli birinci sayısında yer alan soruşturmaya verdiği cevaptır.
Soruşturmanın konusu: "Geçen on beş yıl içinde şiirimizde yeni bir oluşumdan ve dilsel deneyimden söz edilebilir mi? Çok sayıda kişinin çok sayıda şiir yazdığı bu ortamda niteliksel bir sıçrama gerçekleşebilmiş midir? Gerçekleşebilmiş veya gerçekleşememişse bunu hangi ölçütlere göre tanımlarsınız? Bu durum karşısında şiirinizi nerede görüyorsunuz?"
Anladığım kadarıyla 1980 sonrası şiirini sorguluyorsunuz. “Yeni bir oluşum” ve “dilsel deneyim” ile de yeni, avantgarde bir edebiyat anlayışının varlığını soruşturuyorsunuz şu son on beş yıllık dönem içinde. Diğer bir deyişle, bugün şairler nasıl yazıyor? Kimler var sahnede? Neyi değiştirdi yazılan? Hüviyet vesikalarını nereden aldılar? Onlara kim şiir yazdıklarını söyledi? Bütün bu sorulara somut karşılıklar bulabilmenin tek yolu bugünkü edebiyat ortamını açımlamak. Ben ne anlıyorum bu olup bitenden, söylemeliyim.
Gerçekten bir yığın şiir kitabıyla bir yığın şair var vitrinlerde. Çoğalmaya da, çoğaltılmaya da devam ediyor, daha doğrusu günün geçerli jargonuyla; üremeye ve üretilmeye. Ama bu niceliksel sıçrama niteliksele dönüşmüyor. Herkes okumalarını yazıyor; belleğinde sevdiği şairlerin eserlerini harmanlıyor, bilgi düzeyine göre, bir o dönemden, bir bu dönemden söyleyişlerle genişletilmiş, eninde sonunda bilinen bir şairin ya da edebiyat akımının mazmunlarına/toposlarına dayanan bir metin çıkıyor ortaya. Kişisel bir deneyim olarak çok ilginç, yazan da bu yüzden beğeniyor zaten yapıtını. Ama eser değil, iz, izlek yok; bir seyirci yordamı var. Ancak bütünde bir hiç. Gel de hak verme Oscar Wilde’a: “Eskiden şairler/yazarlar yazardı, şiirseverler/okuyucular okurdu, şimdi şiirseverler/okuyucular yazıyor, kimse okumuyor.” Bu neden böyle? Kim okunmuş metinleri yeniden üretmeye kalkışarak şiiri okunmaz kıldı? Tıkanıklığa yol açan kimler? İşte onlar, her alanda olduğu gibi şiirde de tekeller, belli dergilerce oluşturulan sınır noktaları. Sınırların gerisinde arkasına kaykılarak, sanat adına kazılan çukurun içine, bu benim siperim diye yüzüstü kapaklanmış, yarı ideolog, yarı şair kılığında sivil savaşçılar. Neyin savaşı bu? Alışkanlıkların. Her derginin bir düşünce alışkanlığı, sanat görüşü alışkanlığı var. Açıkça her dergi mahalle bakkalı mentalitesiyle işliyor. Bir terazi konulmuş tezgahın üstüne. Mahallelinin istediği şiir burada tartılıp satılıyor. Aynı yerde oturmak çok önemli, aynı şeyleri düşünmek. Bir siyasi öğretinin düşünsel kalıplarından kurduğunuz evde yıllardan beri oturuyorsanız, yeni mahallelilere göre daha önceliklisiniz. Nedir mahalle? İdeoloji ve ideolojik gerçeklik. Diyelim ki burada uzun yıllar kaldınız ve şairlere muhtar(lar) seçildiniz. Öyleyse şiir cumhuriyeti vatandaşlarının ikametgah ilmuhaberi almak için başvuracağı ilk merci siz olacaksınız mahallemizde. İdeolojik modalitenin tornasından geçmiş büyük kazıklar, büyük ve usta şair olarak anılanların belirlediği bir mahalle ortamında yazılmış şiirden pek fazla birşey beklenmemeli. Çünkü bu ustalar şair değil, yetiştirmek için çırak beklemektedir. Büyük kazıklarla çevrilmiş düşünce ve sanat tezgahları bugün kurulmadı kuşkusuz. Tanzimat’tan bu yana paylaşılmış düşünsel yerleşim alanları var, kurtuluş ideolojilerince biçimlendirilmiş, kalıplardan kurulu imperativler âlemi. Kurgusal ve kuramsal olanla varlığımıza ön koşullar yaratıldı burada. Varlıkla kapışmak demekti bu. Gazetelerle birlikte sanat ve edebiyat dergileri de bu mahalli alanların bakkalı.
Nedir Osmanlı devletinde tasavvufun asıl işlevi? İnsanı eğitmek. Nesneyle çatışan bir varlık evreni değil, nesnenin doğasına uygun, sonsuz ve sayısız (varlık) evrenler(i) olduğunu, bunlardan bir tanesi ve en önemlisine de ‘insan’ dendiğini öğretmek. Bu bilginin görgü olduğu yerde konuşacaktır sanatçı: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen.” J. P. Sartre, insan birey değil evrendir derken yeni bir şey söylemiyordu, ama kendi toplumunda bölünerek tekilleştirilen insanı yeniden bir bütün-varlığa bağlıyordu. Bizde Tanzimat’la birlikte yavaş yavaş tasavvufun yerini alan ideoloji(ler) eğitmiştir insanları. Dolayısıyla sanatçıları da. Yine felsefe bizde ideolojik düşünce olarak anlaşılmıştır. Topluma böyle inmiş ve indirgenmiş demek daha doğru. İmperativler âlemindeki ruhları çağıran medium/şair/şaman büyük alkış toplamış, ululanmış, yüceltilmiş ya da tam tersi. Nefretle yuhalanmış, süründürülmüş, yok sayılmış. Ne ilginç değil mi? Bir mahallenin tuttuğu mediuma karşı, diğer mahalle kendine bir başka medium aramış, bulmuş. Kendi ruhunu çağıran şamandan, yarattığı ruhlar âlemiyle millet pantheonu kuran (sihirbaz)-şamana kadar, bazen sanki mahalle mediumluğu görevini reddetmiş görünse de Türk şairi, çağın temel eğilimine göre değerlendirilecekti. Sokakta yaşayan ilgi çekici ruhları gövdesinden çıkarmadan büyüleyerek, olduğu gibi apar topar millet pantheonuna getiren haydut kılıklı ama temiz yürekli ve içli şamanlar da çıkmıştır.
Şair eylemi ve şiir olarak anlaşılan gaipten haber vermek, kehanet şarkıcılığı, kahinlik, devlet tanrılarını konuşturma, şamanlık, atalar/ideoloji kültündeki ruhlarla toplum arasında aracılık görevi üstlenme, kendi benliğini yazı ve sözle çoğaltmak, mutlaklaştırmaya özenmek, yazdığı ve söylediğinin şifa verdiği dedikodusunu yayarak insanları kandırmak, onlara şiir biçiminde muska yazmak, meçhule tapmak, her medeniyetin mitos/esatir dönemine karşılıktır. Ya gelenek haline gelen bir aklı belli olgu ve olaylara yaslanarak çoğaltır ya da içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal sistemin kültür temellerini reddederek yeni bir “esatirul evvelin” yaratır. (Simgeler değişmiş, oyun düzeni/şuur formu bozulmamıştır. Çünkü kişi bir yerde reddettikleriyle kendisini tanımlayandır. Yeni söz kalıplarıyla eskiyi tekrar eder. Daha doğrusu eskiyi kaldığı yerden sürdürür. Mutlak muhaliftir. Kendini sorgulayamaz. Varlığını karşıda oluşla anlamlandırır. Gerçekte muhalifinin varlığına bağımlıdır.) Avrupa’nın bikr-i fikri ile bizim bilmemnemizi birleştirme sevdasındadır. Doğu ve Batı ikilemi gibi safsatalarla uğraşır. Çıktığı yere göre artık aşılmış yaklaşım ve biçimleri bize getirerek yenilik yaptığını varsayar. Nostaljiye ihtiram ister. Yukarıdan aşağıya bakar ve peder der. Peder kendi kafasındaki kontekste tekst yazar, uyurgezer. Romantiktir. Kendi hayalhanesinde oturan baykuştur. Bir kere aşağıya inip balıkçılarla konuşamaz. Çağırdığı ruhlar başına üşüşmüştür. Balıkçıların baba dediğini duyamaz. Resmi ideolojiye/babaya bir başka resmi ideolojinin verileriyle muhaliftir. Namık Kemal’in sosyal romantizmini belli bir ideolojinin imperativleriyle geliştirmekten başka hiçbir somut katkısı olmayan manzumeler düzer. Kendi ideolojisinin cinlerini sorgulamaz ve eleştirmez. Makinelere kaside yazar. Tutar bir insanı (Devlet adamı, kadın vb.) tanrılaştırır. Anlamak eylemiyle başı hoş değildir. Hâfız-ı Kapital olmayı önerir. Yeni söz kalıplarıyla eski mantığı devşirir. İnançlarını sorgulayan değil, inanmayı putlaştıran kafadır. Herşeyi çirkinleştirir ya da güzelleştirir. İdeolojisinin içeriğine ters düşse de, o aklıyla değil, duygularıyla düşünen insandır. Hoş görülür. Çünkü şairdir(!). Yanlış ruhlar (cinler) çağırmıştır. Yarattığı tanrıların elinde esirdir. En doğrusu -bizim kültürel paradigmalarımıza göre konuşursak- çağırdığı cinlere artık hakim olamamaktadır. Onlar kotarır şamanı. İradesi yarattığı hayallerin elindedir. Ahir ömründe onların hizmetkârıdır. Bir köşede oturur kitaplar yazar, eski hayallerinin suretini çoğaltır. Bu, bellek tutulmasına uğrayan şamanlara bizde büyük şair denir. Çünkü onlar aklını kaybetmiş bir medeniyetin ruhunu çağırırlar.
Bugün Türk Edebiyatı’ndaki en büyük sorun sanat dergilerini elinde tutan bir gürûhun kendi yazdıklarına hâlâ şiir dedirtmenin yollarını araması. Bunun için başvurulan birinci yöntem, kendilerini aşan şairlerin verimlerini her ne pahasına olursa olsun dergilerinde yayımlatmamak. İkinci yöntem hepinizin bildiği bir uygulama. Şiir yarışmaları düzenleyip ya da düzenletip benzer ideoloji ve sanat çizgisini sürdürmeye kararlı şiir memurlarını seçici kurul marifetiyle birinci, ikinci vs. yapmak ve ödüllendirmek. Neden ödüllendiriliyor bu şiir memurları? Konulmuş ölçüyü aşmadığı için. Burada şiir memurları diyorum. Kim bu şiir memurları gerçekte? Kim bu sanat züppeleri? Yeteneğim yok, ama zamanla gelişecek diyenler. Olmayan şey gelişir mi arkadaşlar? Gelişiyor, geliştiriliyor basmakalıp düşünce ve sanat kuramlarını aklamak için kurulmuş sanat dergilerinde. Bir çeşit “kalem odası” işlevini görüyor dergi. Kült haline getirilmiş bir-iki şair ve o şairin eteğine tutunan bugünkü şairlerle ilgili düzyazılar, kitap eleştirileri, özel sayılar (Özel sayılar çoğunlukla bugün aramızda olmayan şairler için düzenlenirdi. Bugün yaşayan şairler için de düzenleniyor, ölmeden önce gömüp türbesinin dibinde mum yakmak anlamına gelen ağıt-şiirlerle[?]).. Dükkanı süslemek için yabancı dillerden yapılan şiir çevirileri -bence şiir çevirme deneyleri- derken şiir memurunun meşk edeceği temel eylem gösteriliyor, diğer kadro ve derecesi yüksek memurlarca. Şiir müdürleri ise kurulan tezgahtan memnun ve buradan bir başka şiirin çıkmayacağından emin, kendi yazdıklarını çoğaltıp durur. Hoş, müdür yazmasa da memur amirinin söylemini üretmeye amadedir. Üretir de üstelik. Kitaplarca ürettiğinden memnundur. Vazifesini yerine getirmiştir. İçi rahattır. Söyledikleri tartışılmakta, anlaşılmakta, yankılanmaktadır. Nerede? Mahalle kahvesinde. Kendisi artçı söylemiyle birlikte büyüyerek yansımaktadır. Nereye? Elinde tuttuğu cep aynasına. Elbette bunu azımsayıp kendi benliklerini tatmin etmek isteyenler, bazen sirkteki dev (ideoloji) aynasının önüne geçip fotoğraf çektirirler topluca. Antoloji düzenlerler.
İşte bu son on beş-yirmi yılda bir kez daha Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalını yaşadık. Dünkü yedi fosil şair, yedi cüce ve bugün bunların peşinden koşan kırk, yarın altmış yamakla, toplam altmış yedi cüce Türk Şiiri’nin çevresinde el çırpar. Kurbağalar istisnadır.
Comments